24 Ocak 2019 Perşembe

müslüm

İstanbul’un tahtını koruduğu, ancak diğer illerle mesafesinin bu kadar açılmadığı yıllarda, sadece bereketli topraklarıyla değil sermaye birikimi, ticarî ve sınaî kapasitesiyle müthiş bir çekim merkeziydi Adana. Öyle ki Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birini bu şehirde kuran Sabancı ailesi de Adana’ya sonradan yerleşmişti. Göçmendiler.
İlişki, iki yönlüydü: Farklı coğrafyalardan yola çıkıp emeğine, sermayesine ve talihine güvenerek bu şehre gelen insanlar Adana’ya ve ekonomisine nasıl dinamizm katıyorsa, iktisadî hayattaki canlılık da şehrin kültürünü, sanatını ve eğlence hayatını öyle besliyordu.
Orhan Kemal, bu toprakların çocuğuydu meselâ. Adına (hususî) bir kanun çıkartılacak kadar özel bir yetenek olan Suna Kan da, müzik tahsilini ilerletmek için küçük yaşta önce Ankara’ya, sonra yurt dışına göç etmiş bir Adanalıydı.
Aslen Adanalı olmadığı halde orada doğan ve/veya büyüyen ve Adana ile özdeşleşen isimler de vardı. Yaşar Kemal, Yılmaz Güney ve Muzaffer İzgü gibi.
Yolu Adana’dan geçen bir başka isim de Müslüm Gürses idi.

Halfeti’nin bir köyünden Adana’ya göç eden bir ailenin çocuk yaştaki büyük oğludur Müslüm. Bir yandan ailesinin bu şehirde tutunma çabasına destek olmak için çalışmakta, bir yandan da türküye meyletmektedir.
Zalımdır, içkicidir, her türlü melânet vardır babasında. Lâkin ilk türküleri de ondan öğrenmiştir Müslüm -her ne kadar filmde bahsedilmese de…
Müslüm’ü ve anasını hem çalıştırır, hem öldüresiye döver. Küçük kardaşları da nasibini alır bu şiddetten. Gemi iyice azıya aldığı birgün, anasıyla en küçük kardeşini öldürür ve -bu defa uzun süreliğine- kodesi boylar.
Hayatta kalan tek kardeşinin sorumluluğunu üstlenen Müslüm, ayakkabı tamirine devam ederken düğünlerde ve yazlık sinemalarda da rahatça türkü söylemeye başlar. Türkücü olmak gibi boş hevesler peşinde koşmasını istemeyen babası, artık içeridedir zira. Uzunca bir süre de orada kalacaktır.
İşi çıkan bir solistin yerine sahneye çıkmasının istenildiği gece (filmde bahsedilmeyen bir başka ayrıntı!..) Müslüm’ün talihi döner. Çoktandır beklediği bu fırsatı iyi kullanacaktır!
Geçirdiği büyük kaza sekteye uğratsa da müzik, gazino ve sahne artık onun tek ekmek kapısı, yaşam biçimidir. Öyle ki kendisini şöhrete taşıyacak plak şirketinin sahibi onu bu gazino sahnesinde keşfetmişti.
Sonrası İstanbul’a taşınma, üstüste plaklar, konserler. Bu konserlerin birinde aynı sahneyi paylaştığı Muhterem Nur ile kapışması. Bu kötü başlangıçtan sonra aralarında başlayan elektriklenme ve nihayet evlilik.
Müslüm rolündeki Timuçin Esen, şarkıları bile kendi seslendirmiş!...
Müslüm filmi, anasız-babasız büyüyen ilkokul mezunu gariban bir köy çocuğunun, ülkenin en büyük şöhretlerinden biri hâline gelmesinin birkaç saate sığdırılmış hikâyesi.
Filmi seyredenler Müslüm Gürses’i daha yakından tanımakla kalmıyor, Timuçin Esen’in şapka çıkarttıran oyunculuğunu da izleme imkânı buluyorlar. Müslüm’ün küçüklüğünü canlandıran Taner Ölmez ve zalim baba rolündeki Turgut Tunçalp’i de unutmamak gerekiyor.
Diğer biyografi filmleri gibi bu filmin de 'belgesel' yahut ‘hakikatin birebir ifadesi’ olmadığını bilmeli, fakat hakkını teslim etmeliyiz: Bugüne kadar çekilmiş belki de en iyi yerli biyografi!..

Bu filmden bahsettiğim bir başka yazı için doooğru Hür Fikirler'e!..

6 Eylül 2017 Çarşamba

amedeus

Kısacık hayatına (1756-1791) sığdırdığı eserlerle sadece döneminin değil, tarihin gördüğü en büyük ve en üretken müzisyenlerden biri olan Mozart, yazık ki sadece otuz beş yıl yaşamış. Ömrü vefa etse, daha ne eserler verirdi kim bilir?

Viyana'da geçirdiği son on yılından bir kesit sunan filmden bahsetmeden önce, Mozart'ın Viyana'ya gelmeden önceki hayatını ve dönemin şartlarını gözden geçirmekte fayda var.
Kendisi de bir müzisyen olan babasının bütün gayesi, müzikal kabiliyetine inandığı Mozart’ın (oğlunun) kendisinden daha iyi bir hayat sürmesi. Bir müzisyen için o dönemde bunun en kestirme ve en geçerli yolu, kapağı güçlü bir kapıya atmak, diğer bir ifadeyle bir prensin, beyin, kilisenin... himayesi altına girmek. Parçalı iktidar yapısıyla dönemin Avrupası sanatkârlara büyük imkânlar sunuyor zaten.
Mozart, tam da babasının istediği gibi bir hâmi bulmuşken üstelik, görece güvenli hayatını bırakarak soluğu Viyana'da aldığında henüz onbeş yaşında.
Eserleri ve olağanüstü kabiliyetiyle ününü Viyana'da da duyuran Mozart, çok geçmeden saraya ve soylu muhitlere intisap ediyor. Filmin başladığı yer de, aşağı-yukarı burası.
O kadar üstün bir kabiliyet ki kibirli, çocuksu, yer yer saygısız, ukalâ ve çapkınca davranışları bile sineye çekiliyor. Saray müzisyenliğinden kendi isteğiyle ayrılınca ikbal dönemi bitip idbar devri başlıyor. Saray muhitlerinde biriken olanca kin ve hasetin kendini açığa vurma; vaktiyle alay ettiği, hor gördüğü, eserlerini beğenmediği, lakin eserlerini de beğendiremediği saray erkânının ve müzisyenler takımının intikam alma dönemidir artık.
Sarayda ve saraydan ayrıldıktan sonra yaşadığı sıkıntıları, saray baş müzisyeni Salieri ile çekişmelerini öne çıkararak veren filmde yer yer mübalağa var mı; muhtemelen...
Mozart'ın düçar olduğu maddî sıkıntılar ile, müzikteki dehasına kıyasla güdük kalan kişiliği ve uçuk tavırları başarıyla yansıtılmış diyebilirim yine de.

15 Haziran 2017 Perşembe

cennet gibi

Zaman nasıl da geçiyor? Perdeden’e yazmadığım süre zarfında, birçok film seyrettim. Bu filmlerden birkaçından peşpeşe bahsedeyim istiyorum. Bahsedeceğim ilk film neden “Cennet Gibi” olmasın? Bu romantik-fantastik komediyi çok sevdim ben.
Elizabeth, yaptığı işi çok seven genç bir doktor. Çalıştığı hastanede boşalan klinik şefliği kadrosunu kapmak için gece-gündüz var gücüyle çalışıyor. Vardiyalar, uzayan mesailer, bitmeyen yorgunluklar, uykusuz geceler ve bir köşede uyuyakalmalar…
Terfi kavgasında elbette yalnız değil. Attığı her adımı gözleyen, yaptığı her hatayı ortaya çıkaran çetin bir de rakibi var.
Klinik şefliği kadrosuna atama yapılacak tarih yaklaştıkça rekabetin, heyecanın ve gerginliğin dozu artmış, yorgunluğu had safhaya çıkmış durumda.
Bir akşamlığına da olsa Elizabeth’i hastaneden uzaklaştırmak isteyen ablasının asıl niyeti ise, akşam yemeğinde onu genç ve yakışıklı bir delikanlı ile tanıştırmaktır. Hayır, hiç sırası değil dese de, ablasının ısrarına dayanamayarak kabul etmek zorunda kalır.
Son dakikada gelen bir âcil vak’ayı savuşturduktan sonra, ablasına giderken bir trafik kazası geçireceğini ve klinik şefliğine talip olduğu hastanede makineye bağlı vaziyette aylarca komada kalacağını nereden bilsin ki?
Komada geçirdiği süre uzayıp, kiralar aksayınca ev sahibi kendisine yeni bir kiracı bulur. Lakin Elizabeth’in kazadan ve bedeninin komada olduğundan habersiz ruhu, evini işgal eden bu yeni kiracıya dirlik vermemekte kararlıdır.
Kendi evine taşınan, yatağında yatan, bardağını sehpanın üstüne koyup iz bırakan, kanepesinde cips yiyen bu tertipsiz de kim ola ki? Elizabeth’e göre evini işgal eden bir yabancı, David’e sorarsanız evin yeni sahibi…
Ev senindi-benimdi münakaşası sırasında görüyorlar ki, Elizabeth sadece David’in görüp iletişim kurabildiği, fizikî varlığı olmayan bir ruh, bir hayalettir.
Elizabeth’e ne olduğunu, bu hâle nasıl düştüğünü, kurtulmasının mümkün olup olmadığını araştırmak için işbirliği yaparken birbirlerini tanımaya başlıyor ve âşık oluyorlar. Bu işbirliği Elizabeth’i hayata döndürmeye yetecek mi? Filmin konusu özetle bu.