6 Eylül 2017 Çarşamba

amedeus

Kısacık hayatına (1756-1791) sığdırdığı eserlerle sadece döneminin değil, tarihin gördüğü en büyük ve en üretken müzisyenlerden biri olan Mozart, yazık ki sadece otuz beş yıl yaşamış. Ömrü vefa etse, daha ne eserler verirdi kim bilir?

Viyana'da geçirdiği son on yılından bir kesit sunan filmden bahsetmeden önce, Mozart'ın Viyana'ya gelmeden önceki hayatını ve dönemin şartlarını gözden geçirmekte fayda var.
Kendisi de bir müzisyen olan babasının bütün gayesi, müzikal kabiliyetine inandığı Mozart’ın (oğlunun) kendisinden daha iyi bir hayat sürmesi. Bir müzisyen için o dönemde bunun en kestirme ve en geçerli yolu, kapağı güçlü bir kapıya atmak, diğer bir ifadeyle bir prensin, beyin, kilisenin... himayesi altına girmek. Parçalı iktidar yapısıyla dönemin Avrupası sanatkârlara büyük imkânlar sunuyor zaten.
Mozart, tam da babasının istediği gibi bir hâmi bulmuşken üstelik, görece güvenli hayatını bırakarak soluğu Viyana'da aldığında henüz onbeş yaşında.
Eserleri ve olağanüstü kabiliyetiyle ününü Viyana'da da duyuran Mozart, çok geçmeden saraya ve soylu muhitlere intisap ediyor. Filmin başladığı yer de, aşağı-yukarı burası.
O kadar üstün bir kabiliyet ki kibirli, çocuksu, yer yer saygısız, ukalâ ve çapkınca davranışları bile sineye çekiliyor. Saray müzisyenliğinden kendi isteğiyle ayrılınca ikbal dönemi bitip idbar devri başlıyor. Saray muhitlerinde biriken olanca kin ve hasetin kendini açığa vurma; vaktiyle alay ettiği, hor gördüğü, eserlerini beğenmediği, lakin eserlerini de beğendiremediği saray erkânının ve müzisyenler takımının intikam alma dönemidir artık.
Sarayda ve saraydan ayrıldıktan sonra yaşadığı sıkıntıları, saray baş müzisyeni Salieri ile çekişmelerini öne çıkararak veren filmde yer yer mübalağa var mı; muhtemelen...
Mozart'ın düçar olduğu maddî sıkıntılar ile, müzikteki dehasına kıyasla güdük kalan kişiliği ve uçuk tavırları başarıyla yansıtılmış diyebilirim yine de.

15 Haziran 2017 Perşembe

cennet gibi

Zaman nasıl da geçiyor? Perdeden’e yazmadığım süre zarfında, birçok film seyrettim. Bu filmlerden birkaçından peşpeşe bahsedeyim istiyorum. Bahsedeceğim ilk film neden “Cennet Gibi” olmasın? Bu romantik-fantastik komediyi çok sevdim ben.
Elizabeth, yaptığı işi çok seven genç bir doktor. Çalıştığı hastanede boşalan klinik şefliği kadrosunu kapmak için gece-gündüz var gücüyle çalışıyor. Vardiyalar, uzayan mesailer, bitmeyen yorgunluklar, uykusuz geceler ve bir köşede uyuyakalmalar…
Terfi kavgasında elbette yalnız değil. Attığı her adımı gözleyen, yaptığı her hatayı ortaya çıkaran çetin bir de rakibi var.
Klinik şefliği kadrosuna atama yapılacak tarih yaklaştıkça rekabetin, heyecanın ve gerginliğin dozu artmış, yorgunluğu had safhaya çıkmış durumda.
Bir akşamlığına da olsa Elizabeth’i hastaneden uzaklaştırmak isteyen ablasının asıl niyeti ise, akşam yemeğinde onu genç ve yakışıklı bir delikanlı ile tanıştırmaktır. Hayır, hiç sırası değil dese de, ablasının ısrarına dayanamayarak kabul etmek zorunda kalır.
Son dakikada gelen bir âcil vak’ayı savuşturduktan sonra, ablasına giderken bir trafik kazası geçireceğini ve klinik şefliğine talip olduğu hastanede makineye bağlı vaziyette aylarca komada kalacağını nereden bilsin ki?
Komada geçirdiği süre uzayıp, kiralar aksayınca ev sahibi kendisine yeni bir kiracı bulur. Lakin Elizabeth’in kazadan ve bedeninin komada olduğundan habersiz ruhu, evini işgal eden bu yeni kiracıya dirlik vermemekte kararlıdır.
Kendi evine taşınan, yatağında yatan, bardağını sehpanın üstüne koyup iz bırakan, kanepesinde cips yiyen bu tertipsiz de kim ola ki? Elizabeth’e göre evini işgal eden bir yabancı, David’e sorarsanız evin yeni sahibi…
Ev senindi-benimdi münakaşası sırasında görüyorlar ki, Elizabeth sadece David’in görüp iletişim kurabildiği, fizikî varlığı olmayan bir ruh, bir hayalettir.
Elizabeth’e ne olduğunu, bu hâle nasıl düştüğünü, kurtulmasının mümkün olup olmadığını araştırmak için işbirliği yaparken birbirlerini tanımaya başlıyor ve âşık oluyorlar. Bu işbirliği Elizabeth’i hayata döndürmeye yetecek mi? Filmin konusu özetle bu.