1 Mart 2012 Perşembe

doktor jivago (1965)

Doktor Jivago'yu okumamış, izlememiş, hatta duymamış olan vardır. Ama bu filmin müziklerini duymayan, bilmeyen kaç kişi vardır ki?.. Müzikleri için bile seyredilebilecek bir film. İkinci defa seyrettiğim halde en az ilki kadar keyif aldım.
Boris L. Pasternak'ın uzun yıllar Rusya'da yasaklanan romanından sinemaya uyarlanan bu film, 1965'te çekilmiş. Ömer Şerif'in ilk filmlerinden. Karısı rolünde Çarli’nin torunu Geraldine Chaplin oynuyor. (Aynı roman, 2002'de tekrar filme alınmış)
Müzik, oyuncular ve birkaç kare
Çarlık Rusyasının son demleri. Komünistler sahada, fakat henüz iktidarda değil. Film ilerledikçe, o da olacak.
Tıbbiyeden mezun olan Jivago, kendisini büyüten ailenin öz kızıyla, hem de severek evlenir. Üstelik kayınbaba da Jivago gibi doktor...
Derken ihtilal olur, rejim çöker, komünistler iktidara gelir. Komünist grupların elebaşlarından biri de, "Rusya'da özel hayat bitti!.." diyerek Lara'yı terk eden nişanlısıdır. Annesinin metreslik ettiği zengin ve saygıdeğer iş adamı Yuri ile kırıştırmaya, o günlerde başlar Lara.
Peki Lara kim? Lara, Jivago'nun büyük aşkı. İhtilalden önce karşılaşmışlarsa da aralarındaki büyük aşk, komünistlerin yeni rejimi yaymak ve yerleştirmek üzere düzenledikleri seferlerden birine Jivago'nun askerî hekim, Lara'nın hasta bakıcı olarak katılmasıyla filizleniyor. Bu sırada Jivago hâlâ evli olmakla birlikte, karısına sadakatte kusur etmiyor.
Sefer dönüşünde, haklarında sürgün kararı alındığını öğreniyorlar. Fakat tesadüf bu ya, aynı bölgeye sürgün edilmişlerdir. Bunu da, Jivago'nun karısının sebep olduğu başka bir tesadüfle öğreniyorlar. Üstelik tam da Jivago'nun ikinci kez baba olacağı günlerde... Fakat bu defa aşk galip geliyor.
Sevgilisi Lara ile
Eşiyle sevgilisi arasında mekik dokumaya başladığı günlerden birinde, karşısına Kızılordu birlikleri çıkmıyor ve aylarca alıkonuluyor. Tekrar eve döndüğünde ise kimseyi bulamıyor. Bir rivayete göre, ailesi ondan umudunu kesmiş ve bir yolunu bulup Avrupa'ya kaçmış.

Karısı rolündeki G. Chaplin ile
Soluğu, gidebileceği tek yerde, Lara'nın yanında alıyor. Yuri tekrar karşılarına çıkıncaya dek mutlu bir hayat sürüyorlar. Hatta bir çocukları bile oluyor. Yuri, eski rejime olduğu gibi yenisine de sadakatle bağlı, bu sayede muteber, bir o kadar da muktedir bir âdem. Öteden beri Lara'da gözü var. Jivago'yu Lara ile tehdit ediyor, kandırıyor ve ayırıyor.
Lara’nın hayatını emniyete aldığı hissiyle avunan Jivago, onu yıllar sonra başka bir şehirde gördüğünde kendisi tramvayda, Lara ise caddededir. Pencereden bağırır, fakat duyuramaz. İlk durakta iner, ancak yetişemez. Koşmayı dener, başaramaz. Zira artık genç bir doktor değil, yaşlı bir hastadır Jivago. Kalbi tutar ve oracıkta ölür.

10 Şubat 2012 Cuma

özgürlük yolu

Bu tür filmleri severim. Kıyıda köşede kalmış, adı-sanı duyulmamış, ama sağlam filmlerden bahsediyorum. Christopher McCandless’in gerçek yaşam öyküsünü anlatan Özgürlük Yolu, işte böyle bir film. (McCandless’in, Jon Krakauer tarafından kitaplaştırılan hayatı, 2009'da bizde de yayınlanmış)
Sean Penn tarafından sinemaya uyarlanan bu filmde üniversiteyi yeni bitirmiş bir gencin, onu bekleyen parlak geleceğe sırtını dönüp kendini dağlara vurması anlatılıyor.
Orta-üst gelir grubuna mensup bir ailenin fertleri arasındaki kopukluk, maddî imkânlar seferber edilerek kapatılamaz. Bu tür durumlarda çocuk, ona ait herhangi bir şeyle (mesela eski de olsa arabası ile) arasında sıradışı bağlar kurar.
Film, mezuniyet hediyesi olarak çocuklarına yeni bir araba alan anne ve babasının, çok sevdiğini bildikleri halde eski arabasını hurdaya vermeleri, bunu öğrenen Kristofır’ın (Emile Hircsh) evi terk etmesiyle başlıyor.
Önce arabasından kurtuluyor, sonra eğitim fonunda biriken yüklüce bir parayı bir hayır kurumuna bağışlıyor. En sonunda da, onu bulmaya yardım edecek izleri yok edip kendini kaybettiriyor. Filmin bundan sonraki kısmı, Alaska’nın seyrine doyum olmayan güzellikleri içinde geçiyor.

Vahşi doğanın içinde, Alaska'da
İnzivaya çekildiği dağlardan şehre indiği nadir zamanlarda öyle dostluklar kuruyor ki, ferdî ilişkilerde bu denli başarılı bir genç hayata küsüp dağlara niye çıkar diye düşünüyor insan.
En taş kalpleri eritiyor, dolandırıcılar bile karşısında insafa geliyor. Ama gözü ne kendisine uzanan elleri görüyor, ne de ona deli gibi âşık bir kızı. Karşısına çıkan insanlardan bir yada birkaçıyla yola devam etmeyi denese, bambaşka bir hatta birkaç hayat kurması mümkün. Ne var ki o, doğaya ve kitaplara yakın ama insanlardan uzak bir hayatı ve yalnızlığı seçiyor.
Hastayken okuduğu kitaplardan birinde, şifalı olduğunu öğrendiği bir ot var. Aktardan almaktansa doğadan toplamayı tercih ettiği bu ot yüzünden zehirleniyor.
Kendini kötü hissetmeye başladığında kitabın ilgili sayfasını tekrar okuyor. Bu otun zehirli bir türünün daha olduğunu ve muhtemelen onu yediğini anladığında insanlardan o kadar uzakta ki etrafında yardım edecek kimse bulamıyor. Çaresizce ölüme giderken fark ettiği bu hakikat karşısında sessizce beklemekten başka yapabileceği hiçbirşey yok
Bu filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum.

18 Ocak 2012 Çarşamba

rüzgar gibi geçti

Sinema tarihinin en güzel aşk filmlerinden biri olduğu söylenen 1939 yapımı bu filmi ilk seyrettiğimde büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Meğer, tamamı dört saat süren filmin ‘kısaltılmış’ halini izlemişim. Bunu, geçen hafta sonu filmin tamamını iki bölüm halinde yayınlayan TRT’de izleyince anladım.
Kuzey-Güney savaşının sürdüğü bir dönemde, Amerika'da geçen filmin bütün hikâyesi, savaşı kaybetmek üzere olan Güneyliler üzerinden verilmiş. Bu yüzden yer yer siyasî bir üslup göze çarpsa da, işi Bir Ulusun Doğuşu’ndaki kadar ileriye götürmemişler.
Hatırlayanlar/bilenler bilir; 1915 yapımı bu filmde D.W.Grifitth ısrarla seyirciyi, Kuzeylilerin Güneyi ve Güneylileri mahvettiğine, yerlilerin ise beyazlara soykırım uyguladığına inandırmaya çalışır.
Sırayla; Scarlett, Melanie ve Ashley
Konusu ve olay örgüsü itibariyle herkese hitap etmeyebilir ancak kabul etmek gerekir ki Rüzgâr Gibi Geçti müthiş bir film.
Bana göre filmin baş rolünde bir tek kişi var: Herkesi kendine âşık etmek isteyen, fakat âşık olduğu erkeği kuzenine kaptıran şımarık bir kızı (Scarlett’ı) canlandıran Vivean Leigh. Diğer oyuncular, ona sadece eşlik ediyor, ancak bunu yaparken bile devleşiyorlar.
Kalbinden ve aklından kötülük geçmeyen bir iyilik meleği olan Melanie’yi (Scarlett’in kuzeni) filmde Olivia de Havilland canlandırıyor. Scarlett’in cazibesine ve baştan çıkarıcılığına kapılmayan sadık koca Ashley rolünde ise Leslie Howard var.
Ashley yalnızca sadık bir eş değil, Scarlett’in duygularına hürmette kusur etmeyecek kadar olgun ve kibar bir insan aynı zamanda.
Scarlett ise, istediğini elde etmek için (kızkardeşinin nişanlısıyla evlenmek dahil) herşeyi yapacak kadar cüretkâr, delicesine sevdiği adamla arasındaki tek engeli, yani kuzenini ölüme terk etmeyecek kadar mert, çevresinin bütün itirazlarına rağmen artık savaş bitti diyerek eski düşmanları (kuzeyliler) ile ticarete başlayacak kadar pragmatik bir karakter.
Böyece harbin en çetin günlerinde kendine verdiği bir daha asla aç kalmayacağım!.." sözünü tutmakla kalmıyor, bu sayede zengin de oluyor. Ticaretin husumetleri ortadan kaldıran ve zenginleştiren yönü burada da karşımıza çıkıyor vesselam...
Filmde beni en çok etkileyen isim, Clark Gable’ın oynadığı Rhett Butler karakteri oldu. Zira yukarıda saydığım bütün karakterler, bu dünyada yaşayamayacak, yaşasa da aynı çerçevenin içinde buluşamayacak kadar fevkalâde yada sıradışı insanlar.
Hayatı hep hafife alan, kadınlara karşı daima alaycı bir tavır ve istihfafla yaklaşan Butler ise, çok daha dünyalı bir karakter.
Scarlett’in peşinden bir tek o koşmuyor. Scarllet’in peşinden koştuğu tek erkek de, Ashley’i saymazsak o oluyor.
Kısacası, erkeklerin en az Ashley kadar, Butler’dan da öğrenecek birşeyleri var.