Kim demiş Spielberg yaparsa iyisini, hatta en iyisini yapar diye? İşte yapmış; yapmış, ama olmamış.
18 Mart 2012 Pazar
10 Mart 2012 Cumartesi
SALT
Hollywood filmlerini göklere çıkarıp da, bundan 30-40 yıl önce, üstelik son derece kısıtlı imkânlarla çekilmiş Türk filmlerinden istihza ile bahsedenler bir de bu filmi seyretsinler bakalım. Angelina Jolie‘nin asansör boşluğundaki kelebekvâri sıçrayışları Kara Murat’ın kale surlarından atlamasından daha mı az saçma?..
Gerçi Bruce Willis’in otomobille helikopter düşürdüğü sahneden sonra (Zor Ölüm 4) artık hiçbir şeye şaşırmaz olduk ya, o da ayrı mesele…
Şaka bir yana, Salt'ın iyi bir film olmamasının sebebi, senaryonun iyi kurgulanmamış olması. Sözgelimi ajan Salt'ın kocası filmin başında çok önemli bir yer tutarken, birden kayıplara karışıyor. Fakat saçmalık, bu kadarla kalmıyor. En iyisi biraz bahsetmek…
Geçirdikleri bir kaza sonucu anne-babasını kaybeden bir Rus çocuğunu Amerikan Büyükelçiliği evlat ediniyor. En iyi şartlarda yetiştirip, CIA’de görev verdikleri bu kızın aslında bir Rus ajanı olduğu (yine bir Rus tarafından) ihbar ediyor. Bunun üzerine bir kovalamacadır başlıyor.
Ajan Salt, tam da o günlerde ABD'ye konuk olarak gelen Rus liderine bir suikast teşebbüsünde bulunuyor.
CIA mensubu bir Rus casusu olan, fakat nasıl oluyorsa Rus liderine suikast teşebbüsünde bulunan bir hain olarak ülkenin her yanında aranan ajan Salt (yine nasıl olabiliyorsa) Rusya'ya sığınıyor. Birkaç ay sonra ise, bu sefer ABD başkanını öldürmek için ülkeye yeniden giriş yapıyor vs vs.
Her ne kadar Rusya adına casusluk yapıyormuş gibi görünsem de, aslında ben Rusya’nın ABD ile ilgili planlarını bozmaya çalışan bir vatanseverim demeye getiriyor, fakat ona kim inanır? Film boyunca da kimse inanmıyor zaten.
ABD ile Rusya arasında bir savaş çıkmasını önleyen ajan Salt, filmin sonunda kendini temize çıkarmak için yeni bir maceraya doğru yola çıkıyor. Sanıyorum hikâyenin devamı, başka bir filme konu olacak.
Sıkılmadan izlenebilecek bir film. Ancak, güzel olduğunu söylemem.
5 Mart 2012 Pazartesi
flash of genius
Yine gerçek hayattan alınma bir hikâye. Telif hakları gasp edilen bir üniversite hocasının verdiği hukuk mücadelesi anlatılıyor.
Bana göre filmi ilginç kılan şey, Amerikan otomotiv endüstrisine yönelik son derece sert eleştirilerin marka adı da verilerek dile getiriliyor olması. Ford firması için bu filmden daha kötü bir reklam olamazdı herhalde.
Film 2008’de çekilmiş, filme konu olan hadise ise 1950’lerde geçiyor. Bugünkü haliyle yağmur silecekleri henüz yok. Bu nedenle yağmur altında araba kullanmak son derece zor, hatta imkânsız.
Altı çocuklu ve mutlu bir aile babası olan Robert'ın on yıldan uzun süren hukuk mücadelesi bu ihtiyacı karşılayan buluşunu Ford firmasına kaptırmasıyla başlıyor.
Entellektüel mülkiyet yada telif haklarının gelişimi açısından önemli bir mücadele vereyim derken, aile hayatı mahvolan Robert Kearns’ın hikâyesi...
Gerçek bir hikâye, ama vasat bir film.
Bu arada, “flash of genius” mucitlere ödenen para anlamında (eskiden) kullanılan bir hukuk tabiri. Filmin adının "dehânın günışığı" olarak Türkçe’ye çevrilmesi hatalı olmuş.
1 Mart 2012 Perşembe
doktor jivago (1965)
Doktor Jivago'yu okumamış, izlememiş, hatta duymamış olan vardır. Ama bu filmin müziklerini duymayan, bilmeyen kaç kişi vardır ki?.. Müzikleri için bile seyredilebilecek bir film. İkinci defa seyrettiğim halde en az ilki kadar keyif aldım.
Boris L. Pasternak'ın uzun yıllar Rusya'da yasaklanan romanından sinemaya uyarlanan bu film, 1965'te çekilmiş. Ömer Şerif'in ilk filmlerinden. Karısı rolünde Çarli’nin torunu Geraldine Chaplin oynuyor. (Aynı roman, 2002'de tekrar filme alınmış)
Müzik, oyuncular ve birkaç kare
Tıbbiyeden mezun olan Jivago, kendisini büyüten ailenin öz kızıyla, hem de severek evlenir. Üstelik kayınbaba da Jivago gibi doktor...
Derken ihtilal olur, rejim çöker, komünistler iktidara gelir. Komünist grupların elebaşlarından biri de, "Rusya'da özel hayat bitti!.." diyerek Lara'yı terk eden nişanlısıdır. Annesinin metreslik ettiği zengin ve saygıdeğer iş adamı Yuri ile kırıştırmaya, o günlerde başlar Lara.
Peki Lara kim? Lara, Jivago'nun büyük aşkı. İhtilalden önce karşılaşmışlarsa da aralarındaki büyük aşk, komünistlerin yeni rejimi yaymak ve yerleştirmek üzere düzenledikleri seferlerden birine Jivago'nun askerî hekim, Lara'nın hasta bakıcı olarak katılmasıyla filizleniyor. Bu sırada Jivago hâlâ evli olmakla birlikte, karısına sadakatte kusur etmiyor.
Sefer dönüşünde, haklarında sürgün kararı alındığını öğreniyorlar. Fakat tesadüf bu ya, aynı bölgeye sürgün edilmişlerdir. Bunu da, Jivago'nun karısının sebep olduğu başka bir tesadüfle öğreniyorlar. Üstelik tam da Jivago'nun ikinci kez baba olacağı günlerde... Fakat bu defa aşk galip geliyor.
Eşiyle sevgilisi arasında mekik dokumaya başladığı günlerden birinde, karşısına Kızılordu birlikleri çıkmıyor ve aylarca alıkonuluyor. Tekrar eve döndüğünde ise kimseyi bulamıyor. Bir rivayete göre, ailesi ondan umudunu kesmiş ve bir yolunu bulup Avrupa'ya kaçmış.
Soluğu, gidebileceği tek yerde, Lara'nın yanında alıyor. Yuri tekrar karşılarına çıkıncaya dek mutlu bir hayat sürüyorlar. Hatta bir çocukları bile oluyor. Yuri, eski rejime olduğu gibi yenisine de sadakatle bağlı, bu sayede muteber, bir o kadar da muktedir bir âdem. Öteden beri Lara'da gözü var. Jivago'yu Lara ile tehdit ediyor, kandırıyor ve ayırıyor.
Lara’nın hayatını emniyete aldığı hissiyle avunan Jivago, onu yıllar sonra başka bir şehirde gördüğünde kendisi tramvayda, Lara ise caddededir. Pencereden bağırır, fakat duyuramaz. İlk durakta iner, ancak yetişemez. Koşmayı dener, başaramaz. Zira artık genç bir doktor değil, yaşlı bir hastadır Jivago. Kalbi tutar ve oracıkta ölür.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)