29 Ekim 2014 Çarşamba

kaybedenler kulübü

İyi bir hayat için ne lazım? Mutluluk, başarı, şöhret, para, aşk? Sağlıklıysa, hele serde biraz da gençlik varsa başka ne ister ki insan?
Mutlu ve başarılı olmak, hatta öyle sayılmak için kâfi derecede sebebe sahip iki arkadaşın hikâyesinin anlatıldığı filmde Nejat İşler ve Yiğit Özşener üst düzey oyunculuklarıyla dikkat çekerken, Ahu Türkpençe de onlardan geri kalmıyor.
Ahu Türkpençe ve Nejat İşler (Zeynep ve Mete karakterleri)
Kağan ve Mete. Kadıköy sokaklarını birlikte arşınlayan, her fırsatta soluğu gece kulüpleri ve meyhanelerde alan, aşka inanmayan ve kadınsız yapamayan iki kafadar. Kesif bir bohem hayatı sürüyor ve bu halleriyle serseriden ziyade Turgenyev’in romanlarında boy gösteren nihilistlere benziyorlar. Bu kavramın müellifi de o değil mi zaten?
Nihilistler hiçbirşeye kıymet vermez, hayatın mânâsız olduğuna inanır, değiştirmek için çabalamayı beyhude bulurlar. Günübirlik yaşar, alternatif bir fikir yada öneri getirmezler. Taş üstüne taş koymasalar da, koyanı eleştirme, hatta küçümseme hakkını en çok kendilerinde görürler. Tuhaf insanlardır vesselam!..

20 Temmuz 2014 Pazar

uzun hikâye

Balkan göçmeni bir ailenin fakir bir çocuğudur Ali. Sevdiği kızı (Münire) alamayınca kaçırmış. Onlar önde, kızın abileri arkada bir kovalamacadır başlamış.
Bu kaç-göç arasında doğan (sonradan bu hikâyenin müellifi olacak) çocukları okul çağına dayanınca, bir düzen kurmanın zamanıdır deyip gözlerine kestirdikleri bir istasyonda trenden iniyorlar. Bir başka deyişle Doğançay, özel yada bilinçli bir tercih değil. Öyle ki tek bir tanıdıkları bile yok!..
Hanımı ve çocuğuyla trenden inerken verdikleri bu resim hafızama öyle yer etmiş ki, bir süre önce gitmiş bulunduğum Doğançay'da istasyon tabelasını görür görmez hatırladım; burası Bulgaryalı Ali’nin ‘uzun hikâyesi’nin başladığı yerdi.
Öyle cana yakın ve itimad telkin eden bir hali vardır ki Ali'nin, Doğançay'daki ilk gecelerini, trenden iner-inmez ahbaplık kurduğu istasyon şefinin evinde misafir olarak geçirirler. Ertesi gün, yine onun tavassutuyla hem kalacak bir yer (eski bir tren vagonu) hem de iş bulur: bir okulda müsdahdemlik!..
En büyük zevki olan yazı macerası, Münire'nin sihirli elleriyle ev haline gelen o eski tren vagonunun en ışıklı köşesinde devam ederken, ikinci kez baba olacağı müjdesini almaktadır. Kısaca herşey, uzun süredir olmadığı kadar yolundadır.
Ne var ki Ali, haksızlığa gelemeyen bir tiptir. Ne hak yer, ne de yedirtir. Gün gelir bu dik başlılığı, müdürle arasındaki köprülerin atılmasına yol açar. Aynı gün sancısı tutan karısını hastaneye yetiştiremez, yolda kaybederler. Sonrası, hiç bitmeyen bir matemdir Ali için. Doğançay’dan ayrılırlar.
Annesini kaybettikten sonra değiştirdikleri kasabaların sayısını, hikâyenin müellifi de bilmiyor. Fakat filmde, isim vermeden iki kasabadan daha söz ediliyor.
Bu kasabaların ilkinde Ali’yi bir arzuhalci olarak görüyoruz. Belediye başkanıyla yaşadığı çatışma, oğlunun hayatını tehdit eder bir hal alınca, yerleştik zannettikleri bu kasabayı da terk ediyorlar.
İkinci kasabada ise Ali, kırlaşmış saçları ve ince çerçeveli gözlüğüyle bir kitabevi işletirken karşımıza çıkıyor. Sonradan mahallî bir gazetede de yazmaya başlayacak. Münire’nin eksikliği bir yana, tam ona göre bir hayat.
Bu defa düzeni bozan, savcının kızına âşık olan oğlu oluyor.
Kızına söz geçiremeyen savcı, Ali’yi ve oğlunu sıkıştırmayı deniyor. Kitapla ve yazıyla uğraşmak, bugüne kıyasla o devirde belâya biraz daha yakın olmak demek. Nitekim Ali, hapse düşüyor.
- Beni düşünme, diyor oğluna. Sevdiğini de al, uzaklaş.
Böylece babadan oğula devreden yeni bir hikâye başlıyor. Yanında sevdiği, çantasında babasının emaneti (daktilosu) ile rota, yine Doğançay. Her köşesinde annesinin izi bulunan o eski tren vagonu.

23 Nisan 2014 Çarşamba

kutup macerası

Kıyıda köşede kalmış filmlerden bahsetmiştim hatırlarsanız. Adı fazla duyulmamış, fakat iyi filmlerden. Bu da onlardan biri.
Sevginin, sadakatin, vefanın, fedakârlığın ve dayanışmanın ne demek olduğunu Antartika’nın karlarla kaplı doğasını fon alarak anlatan filmde köpeklerin performansı o kadar öne çıkıyor ki, diğer oyuncular (yani insanlar) âdeta figüranlaşıyor.
Ticarî, bilimsel yada başka bir saikle kutup bölgesine yolu düşenlere rehberlik, gerektiğinde yardım etmekle görevli bir ekip, büyük bir fırtınanın yaklaşmakta olduğu haberini alır.
Mevsimin kışa dönmesini de dikkate alarak bulundukları binayı tahliyeye hazırlanırlarken, hesaplamalarına göre bilmem kaç milyon yıl önce o civara düşen bir göktaşının kalıntılarını bulmak üzere bir araştırmacı çıkagelir.
Birkaç ay sonra katılacağı bir konferansa sunacağı tebliğ için hayatî öneme sahip bu kalıntıları toplama şansını, hem de ta oralara kadar gelmişken kaçırmak istememektedir. Bir tek günün kendisi için yeterli olacağını söylemesi üzerine, kendisine yardım etmeye karar verirler.
Dönüş yolunda tutuldukları fırtınadan da, başlarına gelen yol kazasından da selametle çıkmalarını sağlayan köpekler, bu noktadan itibaren yavaş yavaş filme damgasını vurmaya başlıyor.
Derken, ufukta ikinci ve daha büyük bir fırtına belirir. Merkez binanın tahliyesi için gönderilen helikoptere bütün ekibin sığmayacağı anlaşılınca "ilk fırsatta döneceğiz" sözü verilen köpekler kaderleriyle başbaşa bırakılır.
Köpeklerin aylar süren hayatta kalma mücadelesini ve sergiledikleri dayanışmayı sessiz sinema tadında anlatan bu bölüm, bana göre filmin asıl seyredilmesi gereken kısmını oluşturuyor. Neyse ki kısa tutulmamış.
Oyuncularla ilgili iki küçük notla bitireyim: Bayan oyuncuyu (Moon Bloodgood) Angelina Jolie’ye benzettim, hatta ilk başta o sandım.
Kutup rehberi ve köpek terbiyecisi rolündeki Paul Walker ise, geçirdiği bir kaza sonucu çok yakın bir tarihte (Kasım 2013) hayatını kaybetmiş. 2006 yapımı olmasına rağmen, bu filmin son dönemde sık sık yayınlanmasının sebebi bu olsa gerek. Öyle çok tekrarlandı ki bu sayede ben de izledim; beğenerek, hem de birkaç defa!...

18 Ocak 2014 Cumartesi

kadın kokusu

Sıranın, birgün Alpaçino’ya da geleceği belliydi. Hangi filmle ve ne zaman?..
Bu soruya içime sinen bir cevap bulmak için Alpaçino’nun filmografisini şöyle bir taradım. Seyrettiklerimi gözden geçirdim. Seyretmediklerimden bazılarını, özellikle ilk filmlerini seyrettim. Ve bu filmde karar kıldım: Kadın Kokusu…
Alpaçino’nun 1992 yapımı bu filmini seyredeli o kadar uzun bir zaman olmuş ki, kör bir adamı canlandırdığı ve tabii bir de ne kadar beğenerek izlediğim dışında filmle ilgili hemen hiçbirşey hatırlamıyordum. Bu hafıza kaybını fırsat bilip tekrar izlemekle ne kadar iyi yapmışım anlatamam.
Bir kör, bu kadar mı iyi canlandırılır? Alpaçino’nun sergilediği muhteşem oyunculuğu görmek için bile, bu film gerekirse tekrar ve tekrar seyredilir.
Asabî ve dikbaşlı bir kişiliğe sahip olan albay, geçirdiği bir kaza sonunda gözlerini kaybedince malulen emekliye sevk edilmiş ve kızıyla birlikte yaşamaya başlamış. Aradan yıllar geçmiş, ihtiyarlamış, büsbütün yalnız kalmıştır. Kimseyi yanına yaklaştırmayan, daha da aksi ve hırçın bir insandır artık.
İki günlüğüne şehir dışına çıkmak zorunda kalan kızı, hafta sonunda albaya refakat edecek birini arar. Fakir, fakat başarılı bir üniversite öğrencisi olan Çarli ile albayın yolu bu vesileyle kesişir.
Bu işi kerhen kabul ederken, aksi bir ihtiyarla geçireceği iki günün, bir filme konu olacak kadar renkli ve heyecan dolu geçeceğini nereden bilsin?
Kızı kapıdan çıkar çıkmaz uygulamaya koyacağı bambaşka planları vardır ihtiyarın. Niyork’a alınan uçak biletleri, orada kendilerini bekleyen bir şoför ve limuzin, birinci sınıf lokantalar, lüks oteller ve daha pekçok şey albayın yaptığı bu planın bir parçasıdır.
Sürat yapmaması için uyardığına göre, polis kör olduğunu anlamamış!..
Albayın planının, Çarli’nin asla öğrenmemesi gereken asıl ve en önemli parçası ise, bütün parasını son kuruşuna kadar harcadıktan sonra intihar etmektir!..
Çılgınlar gibi eğlendikleri o iki gün boyunca albaydan, hayata ve insanlara dair çok şey öğrenir Çarli. Fakat o da çok önemli birşey öğretebilmiştir albaya; sevmeyi. Öyle ki, lanet bir ihtiyar olarak çıktığı yoluculuk, albayı hayata yeniden bağlamıştır âdeta. Şimdi sıra albaydadır...
Arkadaşları aleyhine tanıklık etmediği için okuldan atılmak üzere olan Çarli, disiplin kurulunun önünde yalnız ve çaresizce beklerken, albay bir anda kürsüye çıkar ve şu hârikulâde tiradı atar. (İngilizcesini geliştirmek isteyenler, konuşmanın dökümüne burayı tıklayarak ulaşabilirler)
Hazır alıntı yapmaya başlamışken, albayın vicdanla ilgili söylediklerini de aktarmadan geçemeyeceğim. Mealen diyor ki Çarli’ye:
- Vicdan mı? Vicdan mı dedin bana Çarli? Bu zamanda vicdan diye birşey yok. Devir, dostuna ihanet etme devri artık. Karını aldatma, anneni sadece anneler gününde hatırlama devri. Ve sen, kalkmış,bana vicdandan bahsediyorsun. Vicdanmış, pöhh!..