9 Aralık 2012 Pazar

lütfen beni öldürme

Hayalden de Öte
Hayatta kalmayı, öldürülmemeyi kim istemez ki? Filmimizin kahramanı Harold da istemiyor..
O ne bir mafya mensubu, ne bir sokak kabadayısı. Vergi denetmeni olarak çalışan, kendi halinde bir devlet memuru sadece..
Zaten bütün mesele, hayatı evle iş arasında geçen birinin, takip edildiği ve yakında öleceği yada öldürüleceği fikrine nasıl kapıldığında….
Evle iş arasında sürdüğü o tekdüze hayat, işe gitmek için hazırlandığı sırada duyduğu (aslında, ilk başlarda sadece duyduğunu sandığı) bir sesle değişmeye başlıyor..
Yalnızca kendisinin duyabildiği bu ses, kâh ne yapması gerektiğini söylüyor, kâh biraz sonra ne olacağını. Ve söyledikleri bir bir çıkıyor..
Adeta bu sesin sahibi tarafından yazılmakta olan bir senaryoyu oynarken, bu nasıl olabilir diye düşünecek vakti bile yoktur. Zira sesin sahibi “ölmeli, mutlaka ölmeli, ama nasıl?..” deyip durmaktadır..
Nasıl öleceğine karar vermeden, o meçhul sesin sahibini bulmalı ve ona yalvarmalıdır: Lütfen beni öldürme!.. Çünkü seni ararken bir kızla tanıştım ve ilk defa âşık oldum. Yaşamak için artık daha çok sebebim var..
İyi bir oyuncu kadrosu, ilginç bir hikâye, fakat vasat bir film.

17 Kasım 2012 Cumartesi

monte kristo kontu

Adada bir hapishane. Farklı hücrelerde yatan, biri ihtiyar, biri genç iki mahpus. Gizlice kazdıkları tünel sayesinde birbirleriyle görüştüklerini kimseler bilmiyor.
Derken, ihtiyar ölüyor. Ertesi gün denize atılmak üzere cesedini bir çuvala koyup bağlıyorlar. Genç adam, bu ölümü hapishaneden kaçmak için bir fırsat olarak görüyor ve ihtiyarın cesediyle yer değiştiriyor.
Film, 2000 yılında çekilmiş. Halbuki ben bu sahneyi çok küçük yaşlarımda izlediğimi hatırlıyorum. Alexander Dumas'nın yazdığı romandan yapılan başka bir uyarlamadır belki de, kim bilir?...
Başarılı bir denizci olan Edmund Dantes’nin yolu, o sırada sürgünde olan Napolyon ile kesişir. Okuma yazması olmayan Dantes, Napolyon'dan aldığı mektubu götürdüğü Paris’te suçüstü yakalanır. Üstelik işlemediği bir cinayet de üzerine yıkılmıştır. Kendini çok uzak bir ada hapishanesinde bulan Dantes'i ihbar eden ise, en yakın arkadaşıdır. Böylece nişanlısı ona kalacak, yetkililerle yaptığı işbirliği sayesinde de iyi bir hayata sahip olacaktır. Nitekim öyle de olur.
Hapishanede tanıdığı ihtiyardan okuma-yazmayı, güzel konuşmayı, kılıç kullanmayı, bir beyefendi gibi davranmayı öğrenir. İhtiyarın, ölmeden önce verdiği son sır ise yerini sadece kendisinin bildiği çok büyük bir hazine ile ilgilidir.
İhtiyarın cesediyle yer değiştirip hapisten kaçınca, yeni ve çok zengin bir hayata başlar. O, artık tek emeli kendini hapishaneye tıktıranlardan intikam almak olan Monte Kristo Kontudur!..
Geçtiğimiz yıllarda yayınlanan Ezel dizisini takip ettiyseniz, hikâye oldukça tanıdık gelecektir. 1845 yılında yazılan, dolayısı ile telif ödenmesi dahi gerekmeyen bir romandan yola çıktıklarını söyleseler, neleri eksilirdi ki? Bence Ezel dizisi ile gayet güzel bir iş çıkarmışlar. En azından, bu filmden güzel olmuş.

12 Ekim 2012 Cuma

limit yok

Yine bir Robert de Niro filmi. Ancak bu defa, biraz daha geri planda. Başrolde ise yakışıklılığı ile beni bile imrendiren Bradley Cooper var.

6 Ekim 2012 Cumartesi

darıldın mı cicim bana

Büyük oyuncular iyi filmlerde oynar diye bir kural yok. Varsa bile, Sadri Alışık sözkonusu olduğunda bu kural nadiren işliyor. Sadri Alışık’ın oynadığı güzel filmlerden biri de, Atıf Yılmaz’ın yönettiği 1970 yapımı bu film.
Türkiye aktörler müzesi kurmak gibi bir görevim olsaydı, müzeye koyacağım ilk birkaç büstten biri Sadri Alışık’a ait olurdu. Bana göre tek talihsizliği, yanlış bir coğrafyada doğmuş ve Hollywood yerine Yeşilçam’a hizmet etmiş olması.
İzmir’de seyyar şerbetçilik yaparak geçinen Osman, bir an önce İstanbul’a gidip  amcasından kalan mirasa kavuşma telaşında iken bir kaza geçirir. Erol'la da, bu vesileyle tanışırlar.
Kendisine çarpan Erol’un da acelesi vardır. Zira mektup arkadaşlığı ettiği kızla tanışmak, eğer hayalindeki kadar güzelse evlenmek için o da bir an önce İstanbul’a gitmek istemektedir. Ne var ki yazdığı bütün mektupları bir posta kutusuna gönderdiğinden, kızı (Yasemin'i) nerede bulacağını bilemez.
Erol'un bir teklifi vardır: İstanbul'a gidince Yasemin’i onun yerine Osman arayacak, güzelse kendisiyle tanıştıracak ve okkalı bir bahşişi hak edecektir.
İlk başta sıcak bakmasa da, amcasının beş parasız öldüğünü öğrenen garip Osman, bu teklifi çaresiz kabul eder.
Çok geçmeden, Erol’un aradığı kızı bulur. Kız zengin, fakat güzel değildir. Hatta Osman'a kalırsa, tam bir manda yavrusudur. 

Mürüvvet Sim ve Sadri Alışık, aynı sahnede

Her ne kadar adı afişte küçük harflerle yazıyorsa da, bu filmi çevirdiği sırada 51 yaşında olan Mürüvvet Sim, sergilediği fevkalade oyunculukla Esen Püsküllü ve Yusuf Sezgin'in çok çok önüne geçmiş.
Bu gidişle bahşiş alamayacağına kanaat getiren Osman, Yasemin yerine güzel hizmetçisini tanıştırır. Esasen gerçek Yasemin mektup yazamayacak derecede miyop olduğundan, Erol’u meftun eden bütün o mektupları yazan da bu hizmetçidir. Biraz eşeleyince, gıyabında onun da Erol’a âşık olduğu ortaya çıkar.
Nişanlısı gelince masanın altına saklanıyor
(parmaklara dikkat)
Fakat işi zordur. Bir yandan Erol’la hizmetçinin arasını yapmaya çalışırken, öbür taraftan gerçek Yasemin’i oyalaması gerekmektedir. Çareyi, gerçek Yasemin’e kendisini Erol olarak tanıtmakta bulur. Yasemin’in azgın bir bâkire olması, mutaassıp babası ve kıskanç nişanlısı, işi daha da zorlaştırıcaktır.

29 Eylül 2012 Cumartesi

günahkar

Bu film hakkında öylesine övgü dolu sözler işittim ki. Üstelik belli bir sinema zevkine ve kültürüne sahip olduğunu düşündüğüm insanlardan. Fakat tam bir hayal kırıklığı oldu. Ne aşk filmi olabilmiş, ne polisiye. Meşhur oyuncularla çekilmiş, alelâde bir film.

30 Ağustos 2012 Perşembe

patch adams

Geçen sabah Posta gazetesinin bu filmi dağıttığını görünce, Hunter Patch Adams’ın belki biraz tuhaf, fakat etrafına mütemadiyen neşe ve mutluluk saçan hikâyesinden size de bahsetmek istedim.
Psikolojik sorunları olan Hunter, hastanede geçirdiği süre zarfında uygulanan tedaviye çok az hastanın olumlu cevap verdiğini görünce, kendi isteğiyle yattığı hastaneden ayrılır. Tabii pekçok gözlem ve bir çözüm önerisi ile birlikte…
Ona göre tedavinin başarıya ulaşmasının (hatta çoğu zaman başlamasının) önündeki en büyük engel, doktorlarla hastalar arasındaki iletişimsizlik. Bu iletişimsizliğin sebebini ise, hasta-doktor ilişkisinin belli bir hiyerarşi içinde yürümesi olarak görüyor.
Tıbbiye sıralarında tevarüs edilen ve zaman içinde meslekî bir tavıra dönüşen bu hal, doktorlarla hastalar arasına aşılması güç, kalın ve buzdan bir duvar örülmesine yol açıyor, hasta-doktor ilişkilerinin insanî yönünü ortadan kaldırarak aradaki bağı mekanikleştiriyor.
Yeni bir doktor profili yaratmak için işe taa en başından başlamak gerek diye düşünüyor ve ilerlemiş yaşına aldırmadan tıp fakültesine yazılıyor. İşte o an, birşeyler gerçekten değişmeye başlıyor, en azından Hunter'ın bulunduğu muhitlerde...
İnsanları yaşama bağlamak için hayatın ne kadar değerli olduğunu anlatmak yetmez, hayata değer katanın biraz da onlar (aslında hepimiz) olduğuna samimiyetle inanmak ve inandırmak gerekir.
Öyle sanıyorum ki filmin özü, Patch Adams niyetine benim kurduğum bu cümlede saklı.

31 Temmuz 2012 Salı

bir zamanlar amerikada

“Baba” serisi mi, “Bir Zamanlar Amerika’da” mı?..
İkisi de mafyayı konu alıyor, ikisi de sinema tarihine mâl’olmuş filmler ve her ikisinde de Robert de Niro oynuyor. Bu filmlerin mütemadiyen karşılaştırılması, belki de bu yüzden.
Madem herkes karşılaştırıyor, aynı şeyi biz neden yapmayalım?. Elbette “Baba” serisi!..
Söylediklerim, kimseyi film ile ilgili tereddüde sevk etmesin. Yönetmeni, oyuncu kadrosu, müziği ve hikâyesiyle mutlaka seyredilmesi gerektiğini düşündüğüm bu filme yöneltilecek en büyük, belki de tek eleştiri, süresi. Bir tek saniyesi ziyan edilmeden çekilen bir sinema şâheseri olan Titanik’in 195 dakika olduğunu hesaba katınca, Bir Zamanlar Amerikada’nın 235 dakikalık süresini ben de abartılı buluyorum.
Uzun bir girişle başlıyor film. Seyircinin geçmişe doğru yolculuğa çıkarıldığı sessiz sinema tadındaki bu bölüm, yarım saat kadar sürüyor.
Suç aletlerini ortaya çıkararak “tahmin et, sana hangimiz tecavüz etti?..” türünden diyaloglar da bulunan filmden bazı sahneler. Tabii o efsanevî müzik eşliğinde!..
Yolları küçük yaşta kesişen bir grup çocuğun haşarılıktan serseriliğe, oradan kabadayılığa ve nihayet mafyalığa doğru kayan buruk hikâyesi Robert de Niro’nun geçmişe doğru yaptığı bu yolculukta, onun gözüyle aktarılıyor. Ne var ki, yola birlikte çıktığı arkadaşlarının hiçbiri artık yanında değil.
Bir çürüyüşün, çözülüşün ve dağılışın öyküsünü anlatıyor film. Birbirine sımsıkı tutunarak yükselen bir haydutlar grubunun yalnızca kazandıklarının değil, kaybettiklerinin öyküsünü de bu filmde izleyeceksiniz.
Bana göre yönetmenin ustalığı, hiçbir övgüye yada yergiye yer vermeden hikâyeyi olduğu gibi vermesinde. Sadakat derecesindeki dostlukları da, tutku mesabesindeki aşkları da, dostuna ihanet, mâşukuna tecâvüz edenleri de aynı tarafsızlıkla yansıtmış kamerasına.

3 Haziran 2012 Pazar

pariste bir gece yarısı

Zenciler Birbirine Benzemez adlı romanına “Her günün Paris’i bir başka, cumartesinin Paris’i ise bambaşka…” diye başlar Attila İlhan. Bu sözü, herkesin Paris’i bir başkaya çevirirsek, sanıyorum filmin konusunu özetlemiş oluruz.

31 Mayıs 2012 Perşembe

aşkın ikinci yarısı

Onu ilk kez Belene dizisinde görmüştüm. İz Peşinde’de ise, resim daha net.
Osman Sınav’la kesiştikleri ilk yapım olan Yalancı'da canlandırdığı Ali karakteri ile züppeliği, pembe yalanları  ve haşarılığı sevdirmişti bana. Ahmet Yurdakul’un harikulade kaleminden çıkan Sıcak Saatler'e ise mest olmuştum. Anlayacağınız Mehmet Aslantuğ’a öteden beri hayranlığım var.
Senaryosunu yazdığı, yapımcılığını üstlendiği, yönettiği ve eşiyle birlikte oynadığı bu filmle ilgili yorumda bulunurken, bu hayranlığın zaafa dönüşmemesine çalışacağım sevgili perdeden okuyucuları!...
Çeşitli dizilerden ve reklam filmlerinden toparladığı parayı, gişe beklentisi hatta ümidi olmayan bir yapıma yatırması gerçekten saygı duyulacak bir davranış. Ne var ki, olmamış…
70’li yılların siyasî gençliği. İşkenceler, sıkıyönetim ve ihtilal. Birbirini seven iki genç. Erkek, yaşadıklarından bezmiş ve yorgun düşmüş. O kadar ki, sevdiğini yüzüstü bırakıp bir sahil kasabasında inzivaya çekiliyor. Sağlığı da giderek bozulmakta.
Aradan yıllar geçmiş, Kız, elinde bir çocukla karşısına dikiliyor. Bu bizim çocuğumuz diyor. Ben Amerika’ya yerleşiyorum. Orada bir düzen kurana kadar, ona sen bakacaksın.
Bitti sandığı hayat, erkek için işte o an yeniden başlıyor. Hayata tutunmak, hayatta kalmak için başlı başına bir sebep. Yazık ki artık hayatta kalamayacak kadar hasta. Neler kaçırdığını fark ediyor. Lakin ölüm, kaçırdıklarını yakalama fırsatı tanımıyor ona.

13 Mayıs 2012 Pazar

cennetin doğusu

Büyük resimde James Dean görülüyor
İyinin ve kötünün tarih boyu süren mücadelesine, bu defa da siz hakemlik edebilir misiniz? Kendinize ve hükümlerinize bu kadar mı güveniyorsunuz?
İyiyi kötüden, haklıyı haksızdan ayırmak zannettiğiniz kadar kolay olmayabilir halbuki.
Steinbeck’in “East of Eden” adlı romanından Elia Kazan tarafından sinemaya uyarlanan filmde, biraz da bunlar anlatılıyor.
Eşinden ayrılmış ideal bir baba. Halim-selim kocasından ayrıldıktan sonra çocuklarının yüzüne bile bakmamış bir anne.
Çocuklar büyümüş, iki delikanlı olmuş. Büyüğü babası gibi akıllı ve uysal, diğeri ise tıpkı annesi gibi hırçın ve inatçı.
Öldü bildikleri annelerinin hayatta, hem de o günlerde şehrin öbür yakasında olduğunu öğrenen küçük Kal’ın ısrarlı takibi sonuç veriyor. O güne kadar inandıkları herşeyin yanlış olduğunun ortaya çıkması ile, roller bu defa tersine dönüyor: Asabî ve dediğim dedik bir baba. Hürriyetine düşkün ve yardımsever bir anne. Hırçın bir ağabey, çalışkan ve iyi huylu bir kardeş. Ama hepsi bu. Haşarı evlat rolündeki James Dean’in sergilediği göz kamaştırıcı oyunculuk dışında, filmi izlemek için bir sebep yok. Aynı yıl içinde ölmese, eminim büyük bir sinema yıldızı olurdu.
Filmde dikkatimi çeken iki şeyden biri, ABD’nin de içinde yer aldığı bir savaşa serbestçe tavır alınabilmesi, ki bu ifade özgürlüğü bakımından önemli bir gösterge. Diğeri ise ticarete ve bu yolla edinilen yüksek kazanca kötü gözle bakılması. Steinbeck’in kaleminden çıktığı düşünülürse, insan fazla şaşırmıyor.

6 Mayıs 2012 Pazar

süper 8

Oyuncuları ekseriyetle çocuk diye bu filme “çocuk filmi” diyecek değilim. Zira bana göre çocuk filmleri, kesinlikle ciddiye alınması gereken müstakil bir alan. Ama madem ki yapımcısı Spielberg, ciddiyetle eleştirilmeyi hak ediyor.
"Spielberg'e saygı" parolasıyla çekilen
bu filmin yapımcısı da Spielberg!..
Herşey, hortlak hikâyeleri anlatan kısa filmler çeken bir arkadaş grubunun, çekimler sırasında şahit oldukları ve tesadüfen kaydettikleri bir tren kazası ile başlıyor. Trenin raydan çıkıp devrilmesine sebep olacak ölçüde feci bir kazada, gelin görün ki kamyonet fazla bir hasar almıyor.
Kazâyı müteakip günlerde asayiş tedbirlerinin sıkılaştırılması, trenin yüküyle ilgili söylentileri ayyûka çıkarınca, kazâ görüntüleri elinde olan sekiz ahbap-çavuş bu hikâyenin peşine düşüyor.
Hikâye aslında şu: Otuz-kırk yıl önce dünya dışı bir varlık ele geçirilmiş. Bilimsel incelemeler için tutulduğu laboratuvarın taşınması sırasında kazâra serbest kalan bu robot-yaratığın, dünyadan intikam almasından korkuluyor. Halkı paniğe sevk etmeden yaratık kontrol altına alınmaya çalışılırken yaşananlar, filmin konusunu oluşturuyor.
O kadar korktukları canavar, Trasformers’taki Optimus misali naif ve bağışlayıcıymış meğerse. Öyle ki çocuklardan birinin ricası ile, kimseye bir zarar vermeden dünyayı terk edip gidiveriyor.
Kendine ve sinemasına bir saygı duruşu olarak çektiği, daha doğrusu çektirdiği bu film Spielberg’e itibar kazandırmamış, zaman kaybettirmiş. İçinde güzel olan tek şey, Elle Fanning’in gelecek vadeden oyunculuğu idi.
Filmin en dikkat çeken oyuncusu Elle Fanning
Kendine ithaf ettirdiği bu film öylesine vasat altı ki, Spielberg yalnızca ukalalık değil, aynı zamanda kendine de haksızlık etmiş .

18 Mart 2012 Pazar

savaş atı

Kim demiş Spielberg yaparsa iyisini, hatta en iyisini yapar diye? İşte yapmış; yapmış, ama olmamış.

10 Mart 2012 Cumartesi

SALT

Hollywood filmlerini göklere çıkarıp da, bundan 30-40 yıl önce, üstelik son derece kısıtlı imkânlarla çekilmiş Türk filmlerinden istihza ile bahsedenler bir de bu filmi seyretsinler bakalım. Angelina Jolie‘nin asansör boşluğundaki kelebekvâri sıçrayışları Kara Murat’ın kale surlarından atlamasından daha mı az saçma?..
Gerçi Bruce Willis’in otomobille helikopter düşürdüğü sahneden sonra (Zor Ölüm 4) artık hiçbir şeye şaşırmaz olduk ya, o da ayrı mesele…
Şaka bir yana, Salt'ın iyi bir film olmamasının sebebi, senaryonun iyi kurgulanmamış olması. Sözgelimi ajan Salt'ın kocası filmin başında çok önemli bir yer tutarken, birden kayıplara karışıyor. Fakat saçmalık, bu kadarla kalmıyor. En iyisi biraz bahsetmek…
Geçirdikleri bir kaza sonucu anne-babasını kaybeden bir Rus çocuğunu Amerikan Büyükelçiliği evlat ediniyor. En iyi şartlarda yetiştirip, CIA’de görev verdikleri bu kızın aslında bir Rus ajanı olduğu (yine bir Rus tarafından) ihbar ediyor. Bunun üzerine bir kovalamacadır başlıyor.
Ajan Salt, tam da o günlerde ABD'ye konuk olarak gelen Rus liderine bir suikast teşebbüsünde bulunuyor.
CIA mensubu bir Rus casusu olan, fakat nasıl oluyorsa Rus liderine suikast teşebbüsünde bulunan bir hain olarak ülkenin her yanında aranan ajan Salt (yine nasıl olabiliyorsa) Rusya'ya sığınıyor. Birkaç ay sonra ise, bu sefer ABD başkanını öldürmek için ülkeye yeniden giriş yapıyor vs vs.
Her ne kadar Rusya adına casusluk yapıyormuş gibi görünsem de, aslında ben Rusya’nın ABD ile ilgili planlarını bozmaya çalışan bir vatanseverim demeye getiriyor, fakat ona kim inanır? Film boyunca da kimse inanmıyor zaten.
ABD ile Rusya arasında bir savaş çıkmasını önleyen ajan Salt, filmin sonunda kendini temize çıkarmak için yeni bir maceraya doğru yola çıkıyor. Sanıyorum hikâyenin devamı, başka bir filme konu olacak.
Sıkılmadan izlenebilecek bir film. Ancak, güzel olduğunu söylemem.

5 Mart 2012 Pazartesi

flash of genius

Yine gerçek hayattan alınma bir hikâye. Telif hakları gasp edilen bir üniversite hocasının verdiği hukuk mücadelesi anlatılıyor.
Bana göre filmi ilginç kılan şey, Amerikan otomotiv endüstrisine yönelik son derece sert eleştirilerin marka adı da verilerek dile getiriliyor olması. Ford firması için bu filmden daha kötü bir reklam olamazdı herhalde.
Film 2008’de çekilmiş, filme konu olan hadise ise 1950’lerde geçiyor. Bugünkü haliyle yağmur silecekleri henüz yok. Bu nedenle yağmur altında araba kullanmak son derece zor, hatta imkânsız.
Altı çocuklu ve mutlu bir aile babası olan Robert'ın on yıldan uzun süren hukuk mücadelesi bu ihtiyacı karşılayan buluşunu Ford firmasına kaptırmasıyla başlıyor.
Entellektüel mülkiyet yada telif haklarının gelişimi açısından önemli bir mücadele vereyim derken, aile hayatı mahvolan Robert Kearns’ın hikâyesi...
Gerçek bir hikâye, ama vasat bir film.
Bu arada, “flash of genius” mucitlere ödenen para anlamında (eskiden) kullanılan bir hukuk tabiri. Filmin adının "dehânın günışığı" olarak Türkçe’ye çevrilmesi hatalı olmuş.

1 Mart 2012 Perşembe

doktor jivago (1965)

Doktor Jivago'yu okumamış, izlememiş, hatta duymamış olan vardır. Ama bu filmin müziklerini duymayan, bilmeyen kaç kişi vardır ki?.. Müzikleri için bile seyredilebilecek bir film. İkinci defa seyrettiğim halde en az ilki kadar keyif aldım.
Boris L. Pasternak'ın uzun yıllar Rusya'da yasaklanan romanından sinemaya uyarlanan bu film, 1965'te çekilmiş. Ömer Şerif'in ilk filmlerinden. Karısı rolünde Çarli’nin torunu Geraldine Chaplin oynuyor. (Aynı roman, 2002'de tekrar filme alınmış)
Müzik, oyuncular ve birkaç kare
Çarlık Rusyasının son demleri. Komünistler sahada, fakat henüz iktidarda değil. Film ilerledikçe, o da olacak.
Tıbbiyeden mezun olan Jivago, kendisini büyüten ailenin öz kızıyla, hem de severek evlenir. Üstelik kayınbaba da Jivago gibi doktor...
Derken ihtilal olur, rejim çöker, komünistler iktidara gelir. Komünist grupların elebaşlarından biri de, "Rusya'da özel hayat bitti!.." diyerek Lara'yı terk eden nişanlısıdır. Annesinin metreslik ettiği zengin ve saygıdeğer iş adamı Yuri ile kırıştırmaya, o günlerde başlar Lara.
Peki Lara kim? Lara, Jivago'nun büyük aşkı. İhtilalden önce karşılaşmışlarsa da aralarındaki büyük aşk, komünistlerin yeni rejimi yaymak ve yerleştirmek üzere düzenledikleri seferlerden birine Jivago'nun askerî hekim, Lara'nın hasta bakıcı olarak katılmasıyla filizleniyor. Bu sırada Jivago hâlâ evli olmakla birlikte, karısına sadakatte kusur etmiyor.
Sefer dönüşünde, haklarında sürgün kararı alındığını öğreniyorlar. Fakat tesadüf bu ya, aynı bölgeye sürgün edilmişlerdir. Bunu da, Jivago'nun karısının sebep olduğu başka bir tesadüfle öğreniyorlar. Üstelik tam da Jivago'nun ikinci kez baba olacağı günlerde... Fakat bu defa aşk galip geliyor.
Sevgilisi Lara ile
Eşiyle sevgilisi arasında mekik dokumaya başladığı günlerden birinde, karşısına Kızılordu birlikleri çıkmıyor ve aylarca alıkonuluyor. Tekrar eve döndüğünde ise kimseyi bulamıyor. Bir rivayete göre, ailesi ondan umudunu kesmiş ve bir yolunu bulup Avrupa'ya kaçmış.

Karısı rolündeki G. Chaplin ile
Soluğu, gidebileceği tek yerde, Lara'nın yanında alıyor. Yuri tekrar karşılarına çıkıncaya dek mutlu bir hayat sürüyorlar. Hatta bir çocukları bile oluyor. Yuri, eski rejime olduğu gibi yenisine de sadakatle bağlı, bu sayede muteber, bir o kadar da muktedir bir âdem. Öteden beri Lara'da gözü var. Jivago'yu Lara ile tehdit ediyor, kandırıyor ve ayırıyor.
Lara’nın hayatını emniyete aldığı hissiyle avunan Jivago, onu yıllar sonra başka bir şehirde gördüğünde kendisi tramvayda, Lara ise caddededir. Pencereden bağırır, fakat duyuramaz. İlk durakta iner, ancak yetişemez. Koşmayı dener, başaramaz. Zira artık genç bir doktor değil, yaşlı bir hastadır Jivago. Kalbi tutar ve oracıkta ölür.

10 Şubat 2012 Cuma

özgürlük yolu

Bu tür filmleri severim. Kıyıda köşede kalmış, adı-sanı duyulmamış, ama sağlam filmlerden bahsediyorum. Christopher McCandless’in gerçek yaşam öyküsünü anlatan Özgürlük Yolu, işte böyle bir film. (McCandless’in, Jon Krakauer tarafından kitaplaştırılan hayatı, 2009'da bizde de yayınlanmış)
Sean Penn tarafından sinemaya uyarlanan bu filmde üniversiteyi yeni bitirmiş bir gencin, onu bekleyen parlak geleceğe sırtını dönüp kendini dağlara vurması anlatılıyor.
Orta-üst gelir grubuna mensup bir ailenin fertleri arasındaki kopukluk, maddî imkânlar seferber edilerek kapatılamaz. Bu tür durumlarda çocuk, ona ait herhangi bir şeyle (mesela eski de olsa arabası ile) arasında sıradışı bağlar kurar.
Film, mezuniyet hediyesi olarak çocuklarına yeni bir araba alan anne ve babasının, çok sevdiğini bildikleri halde eski arabasını hurdaya vermeleri, bunu öğrenen Kristofır’ın (Emile Hircsh) evi terk etmesiyle başlıyor.
Önce arabasından kurtuluyor, sonra eğitim fonunda biriken yüklüce bir parayı bir hayır kurumuna bağışlıyor. En sonunda da, onu bulmaya yardım edecek izleri yok edip kendini kaybettiriyor. Filmin bundan sonraki kısmı, Alaska’nın seyrine doyum olmayan güzellikleri içinde geçiyor.

Vahşi doğanın içinde, Alaska'da
İnzivaya çekildiği dağlardan şehre indiği nadir zamanlarda öyle dostluklar kuruyor ki, ferdî ilişkilerde bu denli başarılı bir genç hayata küsüp dağlara niye çıkar diye düşünüyor insan.
En taş kalpleri eritiyor, dolandırıcılar bile karşısında insafa geliyor. Ama gözü ne kendisine uzanan elleri görüyor, ne de ona deli gibi âşık bir kızı. Karşısına çıkan insanlardan bir yada birkaçıyla yola devam etmeyi denese, bambaşka bir hatta birkaç hayat kurması mümkün. Ne var ki o, doğaya ve kitaplara yakın ama insanlardan uzak bir hayatı ve yalnızlığı seçiyor.
Hastayken okuduğu kitaplardan birinde, şifalı olduğunu öğrendiği bir ot var. Aktardan almaktansa doğadan toplamayı tercih ettiği bu ot yüzünden zehirleniyor.
Kendini kötü hissetmeye başladığında kitabın ilgili sayfasını tekrar okuyor. Bu otun zehirli bir türünün daha olduğunu ve muhtemelen onu yediğini anladığında insanlardan o kadar uzakta ki etrafında yardım edecek kimse bulamıyor. Çaresizce ölüme giderken fark ettiği bu hakikat karşısında sessizce beklemekten başka yapabileceği hiçbirşey yok
Bu filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum.

18 Ocak 2012 Çarşamba

rüzgar gibi geçti

Sinema tarihinin en güzel aşk filmlerinden biri olduğu söylenen 1939 yapımı bu filmi ilk seyrettiğimde büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Meğer, tamamı dört saat süren filmin ‘kısaltılmış’ halini izlemişim. Bunu, geçen hafta sonu filmin tamamını iki bölüm halinde yayınlayan TRT’de izleyince anladım.
Kuzey-Güney savaşının sürdüğü bir dönemde, Amerika'da geçen filmin bütün hikâyesi, savaşı kaybetmek üzere olan Güneyliler üzerinden verilmiş. Bu yüzden yer yer siyasî bir üslup göze çarpsa da, işi Bir Ulusun Doğuşu’ndaki kadar ileriye götürmemişler.
Hatırlayanlar/bilenler bilir; 1915 yapımı bu filmde D.W.Grifitth ısrarla seyirciyi, Kuzeylilerin Güneyi ve Güneylileri mahvettiğine, yerlilerin ise beyazlara soykırım uyguladığına inandırmaya çalışır.
Sırayla; Scarlett, Melanie ve Ashley
Konusu ve olay örgüsü itibariyle herkese hitap etmeyebilir ancak kabul etmek gerekir ki Rüzgâr Gibi Geçti müthiş bir film.
Bana göre filmin baş rolünde bir tek kişi var: Herkesi kendine âşık etmek isteyen, fakat âşık olduğu erkeği kuzenine kaptıran şımarık bir kızı (Scarlett’ı) canlandıran Vivean Leigh. Diğer oyuncular, ona sadece eşlik ediyor, ancak bunu yaparken bile devleşiyorlar.
Kalbinden ve aklından kötülük geçmeyen bir iyilik meleği olan Melanie’yi (Scarlett’in kuzeni) filmde Olivia de Havilland canlandırıyor. Scarlett’in cazibesine ve baştan çıkarıcılığına kapılmayan sadık koca Ashley rolünde ise Leslie Howard var.
Ashley yalnızca sadık bir eş değil, Scarlett’in duygularına hürmette kusur etmeyecek kadar olgun ve kibar bir insan aynı zamanda.
Scarlett ise, istediğini elde etmek için (kızkardeşinin nişanlısıyla evlenmek dahil) herşeyi yapacak kadar cüretkâr, delicesine sevdiği adamla arasındaki tek engeli, yani kuzenini ölüme terk etmeyecek kadar mert, çevresinin bütün itirazlarına rağmen artık savaş bitti diyerek eski düşmanları (kuzeyliler) ile ticarete başlayacak kadar pragmatik bir karakter.
Böyece harbin en çetin günlerinde kendine verdiği bir daha asla aç kalmayacağım!.." sözünü tutmakla kalmıyor, bu sayede zengin de oluyor. Ticaretin husumetleri ortadan kaldıran ve zenginleştiren yönü burada da karşımıza çıkıyor vesselam...
Filmde beni en çok etkileyen isim, Clark Gable’ın oynadığı Rhett Butler karakteri oldu. Zira yukarıda saydığım bütün karakterler, bu dünyada yaşayamayacak, yaşasa da aynı çerçevenin içinde buluşamayacak kadar fevkalâde yada sıradışı insanlar.
Hayatı hep hafife alan, kadınlara karşı daima alaycı bir tavır ve istihfafla yaklaşan Butler ise, çok daha dünyalı bir karakter.
Scarlett’in peşinden bir tek o koşmuyor. Scarllet’in peşinden koştuğu tek erkek de, Ashley’i saymazsak o oluyor.
Kısacası, erkeklerin en az Ashley kadar, Butler’dan da öğrenecek birşeyleri var.