24 Kasım 2013 Pazar

tootsi

Dustin Hoffman’ı izlemek için bundan âlâ fırsat mı olur? Diğer başrol oyuncusu Jessica Lange ile yönetmen Sydney Pollack da işin cabası. İşte size Tootsi!..

29 Eylül 2013 Pazar

açlık oyunları

T görünümlü bir masayı enlemesine paylaşan iki arkadaş bazen işi-gücü boşverir, bir ucu sinemaya kadar uzanan koyu bir sohbete dalardı. Sık sık ihlal etmekten çekinmedikleri bir sınır hattı halinde aralarında duran T'nin dik ayağı, böyle zamanlarda önemini büsbütün kaybeder, çay ve kahve fincanlarının dizildiği bir sehpaya dönüşürdü.
tv'de ilk kez logosuyla yayınlandığını görünce oturup tekrar izlediğim bu filmin adını, o sohbetlerden birinde duymuştum işte.

27 Ağustos 2013 Salı

kelebek

Adını bir çırpıda yazamayıp, her seferinde kopya çektiğim Charrierre’nin kitabından sinemaya uyarlanmış bir eser Kelebek. Kitabı öylesine etkiledi ki beni, sadece filminden bahsetmek ayıp olur diye düşündüm.
Filmde ve kitapta, işlemediği bir suçtan ötürü müebbede çarptırılan ve cezasını çekmek üzere Fransız Guyanasındaki bir hapishaneye gönderilen Kelebek lakaplı bir mahkûmun kaçış hikâyesi ve sonrasında yaşadıkları anlatılıyor.
Tecrübe ile biliyor ki başarı ihtimali yok denecek kadar az, akim kalan her teşebbüsü kendisine pek pahalıya mal'oluyor.
Uğradığı son hezimetin anısı tazeyken aynı sürat, kararlılık ve ümitle o duvara bir kez daha çarpmayı göze alması için insanın deli olması yada o şeyi gerçekten çok istemesi lazım. Kelebek'te ikisi de var.
Basit bir hapishane değil, okyanusun ortasındaki bir adada kurulan çalışma kampı burası. Ne kaçması mümkün, ne kalıp yaşaması. Adanın zaten zor olan şartları, cezaevi idaresi tarafından adeta cehenneme çevrilmiş durumda.
İdareye mesele çıkarmayan mahkûmların bile hali ortadayken, kendisi gibi dik başlı birini zor günlerin beklediği öylesine aşikâr ki... İşlemediği bir suçtan ötürü, üstelik müebbet yemiş Kelebek için kaçmaktan başka çare yoktur. Kaybedeceği her gün gücünü, gençliğini ve umutlarını azaltacağından elini çabuk tutarak bulabildiği ilk fırsatta, hatta her fırsatta Allahın belası o yerden kurtulmaya çalışmalıdır.
Adaya ayak bastığı günden beri zihninde gelişen bu fikir, zamanla bir saplantı haline gelir. Artık tek bir amacı vardır, kaçmak. Başaramazsa tekrar denemek, sonra tekrar ve tekrar. Ta ki başarana yada ölüp gidene kadar. Bu uğurda çektiği hiçbir sıkıntı yolundan döndürmeyecek, hiçbir zorluktan yılmayacak, sonunda da başaracaktır.
Detaya girilmemiş ve hemen gerçekleşmiş gibi görünse de, çok sayıdaki kaçma teşebbüsünden sadece ilki ve sonuncusu anlatılıyor filmde. Kitapta tek başına kaçan Kelebek'in yanında, filmde arkadaşı Dega var. Senaryodaki bu değişiklik, Dustin Hoffman’ın oyunculuğuna daha geniş yer açmak yapılmıştır belki de, kim bilir...
Son derece sürükleyici bir üslupla yazılan kitap filme alınırken, her biri kitaba ayrı bir renk katan ayrıntılardan bir kısmından feragat etmek gerekiyordu muhakkak. Fakat aksi gibi, kitapta o kadar çok ayrıntı var ki. Bu nedenle, eksikler ve bende yarattığı hayal kırıklığı için yönetmene yada senaristlere kabahat bulmuyorum.
Son bir uyarı: Bundan niye bahsedilmemiş demek ve hayal kırıklığına uğramak istemiyorsanız önce filmi seyredin ve asla kitabıyla karşılaştırmayın!..

14 Temmuz 2013 Pazar

fil adam

Bu filmi (muhtemelen bir dönem pek moda olan kiralama yöntemiyle videoda) seyrettiğimde henüz ilkokula gitmiyordum bile. Aklımda sadece hikâyesi ve beni ne kadar etkilediği kalmış. Nereden aklıma düştü bilmem, tekrar seyrettim.
David Lynch’i ne kadar erken bir dönemde tanımışım meğer!.. Değil mi ki bu Lynch’in ilk filmlerinden biri; öyleyse erken tanımlaması Lynch sinemasını keşif sürecim açısından da geçerli.
Bilindiği üzere Lynch, seyredilmesi, hatta bir dereceye kadar anlaşılması zor filmler üretiyor. Bir rivayete göre bu ‘tam anlaşılmama hali’ Lynch tarafından özellikle yaratılıyor. Bu yönüyle Fil Adam, Lynch sinemasına istisna teşkil eden az sayıda örnekten biri olsa gerek. Küçük yaşta seyretmeme rağmen anlamış ve hâlâ hatırlıyor olmam da bunun bir göstergesi değil mi zaten?
Fil adam, opera izlerken!..
Filler sevimli hayvanlardır. Fil görünümlü bir insan için aynı şey söylenemez elbette. Bunu John da biliyor. Fakat neticede o da bir insan değil mi? Öyleyse gezici bir sirkte ve kafes içinde ne işi var? Ben hayvan değilim diye haykırırken, bu isyanın sesini duyuyoruz.
Hayata küsmüş vaziyette yaşayıp giderken, genç bir doktor çıkıyor yoluna. Sirkin sahibi ile anlaşıp, fil adamı muayene etmek için birkaç günlüğüne hastaneye kaldırıyor.
Sirkin sahibi, sermayesine sahip çıkmaya çalışıyor
Doktorun, meslekî bir merakla mı insanî duygularla mı hareket ettiğini anlamasam da zamanla aralarında sıkı bir arkadaşlık gelişiyor ve bağlanıyorlar. Ne var ki sirkin sahibinin John'u, yani en büyük sermayesini doktora bırakmaya niyeti yoktur. Zira ona kalırsa fil adamın gerçek sahibi kendisidir!..
Bu filmi seyrederken gel de Notr Dame’ın Kamburu’nu anma!..

23 Haziran 2013 Pazar

susuz yaz

Galiba yine bir Çukurova öyküsü diye seyrettiğim bu film, araştırınca gördüm ki Necati Cumalı’nın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanmış ve hikâye Urla civarında geçiyor. Çekimler de, çoğu köy sakinlerinden oluşan bir kadroyla Urla’nın Bademler köyünde yapılmış zaten.
Nedendir bilinmez, başta sansürlenmiş, Berlin film festivalinde ödül aldıktan sonra ise baş tacı edilmiş. Sene 1964.
Sinema endüstrisinin uluslararası düzeyde aldığı bu ilk büyük başarı, filmin yapımcısı (ve Hasan rolündeki oyuncusu) Ulvi Doğan ile Metin Erksan arasında bir kavganın da fitilini ateşlemiş. Zira Ulvi Doğan, festivale yaptığı başvuruda kendini filmin aynı zamanda yönetmeni olarak göstermiş. Metin Erksan'dan da, filmin diğer yönetmeni Durston'dan da bahsetmemiş.
Türkiye gösterimi için bastırılan (yukarıdaki) afişte ise, sadece Erksan'ın adının yer aldığını görüyoruz. Metin Erksan, meslektaşının Türkiye'de de devam mağduriyetine aynı derecede üzülmüş ve birşeyler yapmayı düşünmüş müdür, merak ediyorum doğrusu...
Susuz Yaz, Hülya Koçyiğit’in rol aldığı ilk film olması bakımından da önemli bir film. Çok büyük bir oyuncu olmakla kalmayıp, âkil hatun da ilan edileceğini söyleseler o günlerde kim inanırdı ki?
Filmin konusuna gelince...
Tarlalarından çıkan suyu diğer arazi sahipleriyle paylaşmak istemeyen Osman, kardeşi Hasan’ı da ikna ederek suyun (kanalın) önünü keser. Köylülerle aralarında gerilime yol açan bu hadise zamanla büyür ve polisiye bir hal alır. Çıkan çatışmada köylülerden biri ölür.

23 Nisan 2013 Salı

zamana karşı

Hayata 25 yıllık bir sermaye (ömür) ile başlıyorsunuz. Bu süre dolduğunda yaşayacağınız her saniyeyi satın almak zorundasınız. Eğer paranız varsa, üstelik 25 yaşındaki halinizle sonsuza dek yaşamaya devam edebilecek yada “zamansızlıktan” hemen oracıkta öleceksiniz. Herşey bu kadar basit!.

28 Şubat 2013 Perşembe

yurttaş kane

1941 yapımı bu filmi duymayanımız var mı bilmiyorum, ama izlemeyeniniz eminim çoktur. Bir süre öncesine kadar ben de öyleydim çünkü…
Filmin yapımcısı, yönetmeni, baş rol oyuncusu, yani herşeyi Orson Welles. Bu filmi çektiği sırada henüz 27 yaşında. Oyuncu olarak bile tanınmazken, yönettiği bu ilk filmle sinema tarihine geçmiş.
Tek parçadan oluşan repertuarıyla müzisyen bir tarafı da olan Welles'i, ritimli-şiir(!) okurken dinleyelim mi? 

Söylenenlere görre filmin en önemli özelliği, o güne kadar kullanılmamış bir çekim tekniğiyle adeta yeni bir sinema dili oluşturmasıymış.
Benim dikkatimi celbeden nokta ise, filmde oynayıp da ünlenen tek ismin Welles olması. Rollerinin hakkını vermekle birlikte diğer oyuncular, aradan yıllar geçtikten ve başka filmlerde oynadıktan sonra bile sinemada kalıcı bir yer edinememiş.

Yurttaş Kane
Ünlü bir işadamı ve basın patronu olan Bay Kane, ölmeden hemen önce tekrarlayıp durduğu rosebud kelimesi ile ne anlatmak istedi? Bu sırrı herkesten önce çözerek meslekdaşlarına fark atmak isteyen genç bir gazetecinin peşine takılıp Kane’nin geçmişine doğru yapılan bir yolculukla başlıyor film.
Her durakta eski yol arkadaşlarından biriyle karşılaşacak ve Kane’nin hayat hikâyesini onlardan dinleyeceğiz.
Orson Welles, Bay Kane’nin gençliğini değil, orta ve ileri yaşlarını canlandırıyor. 27 yaşında olan biri için ilginç, hatta cüretkâr bir tercih. Belki de film, bu gibi aykırı tercihleri iyi bir sinema diliyle verebildiği için başyapıt kabul ediliyor.

16 Ocak 2013 Çarşamba

atları da vururlar

Atları da Vururlar (değil mi?)
Adını ilk duyduğumda, sıkı bir kovboy filmi canlanmıştı kafamda. İzleyince gördüm ki, başında yer alan (hani şu atın vurulduğu) sahneyi saymazsak ne atlarla ilgisi var filmin, ne de kovboylarla.
1930’lu yıllarda yaşanan ve tarihe “büyük buhran” olarak geçen ekonomik krizin Amerikan halkı üzerindeki etkilerini anlatan basbayağı bir modern zaman filmi bu.
Ekonomik kriz öylesine büyük ve etkili insanlar gelecek kaygısını bir kenara bırakıp günü kurtarma telaşına düşmüşler.
Gazetelerde yayınlanan "1500 dolar ödüllü dans yarışması" haberi, ekmek parası derdindeki insanlara o günlerde bir umut kapısı olur.
O devirde 1500 dolar büyük para. İnsanları intiharın eşiğinden alacak kadar büyük para hem de. Bu parayı kazanma hayaliyle yarışmaya kimler başvurmuyor ki? Karnı burnunda kadınlar, yaşlılar, hastalar… İçlerinde Hollywood hayalleri kuranlar bile var.
Filmin en başarılı oyuncusu:  Gig Young
En güzel dans edenin kazanacağı sıradan bir yarışma değildir bu. Ödül, pistte kalan son çifte, başka bir deyişle en uzun süre dans edenlere verilecektir.
Pistte kalmayı zorlaştıracak her türlü tedbir alınmıştır elbette. Zira organizasyonu yapanlar için bu sadece bir yarışma değil şov dünyasına yapılmış bir yatırımdır aynı zamanda!...
Jodie Foster, kavalyesini taşırken
Ve gösteri dünyası, yarışmacıların yaşadığı her türlü zorluğu, gerginliği, hatta duygusal yakınlaşmayı yakalayıp nakletmede o günlerde de en az bugün olduğu kadar mâhirdir.

Sydney Pollack’ın 1969’da çektiği filmin tamamı neredeyse tek bir mekânda, dans pistinde geçiyor.
Görsel öğelerin son derece etkili bir biçimde kullanıldığı film için, kapitalizme ve modern topluma yönelik sıkı bir eleştiri demek de mümkün.